Kendimle ilgili hatırladığım ilk mucize veya şans yardım etti veya “vay be ben bunu yaptım” dediğim olay seneler öncesine kadar gidiyor. Sanırım 13 yaşlarındaydım. İstanbul Yüzme İhtisas Kulübünde (***) yıldız takımda sutopu oynuyordum. Takımımız minik, yıldız, genç ve büyüklerde Türkiye şampiyonuydu o zamanlar. Sözünü ettiğim yıldız takımımızda çok güçlü, iyi ve bizden büyük oyuncular vardı. Ben de sanırım yıldız takımda kenarda yedek oyuncu olarak oturuyordum maçlarda diğer arkadaşlarımla birlikte. Bazen Alman antrenörümüz as oyuncuları dinlendirmek için veya galibiyetin kesinleştiği maçların bazı devrelerinde bizi 4-5 dakika oyuna sokardı.
Nasıl gelişti hatırlamıyorum önemli bir final maçı öncesi (sanırım maçımız Galatasaray ile olacaktı) teknik toplantıda bir sorundan dolayı takımın 3 as ve golcü oyuncusu Alman antrenörümüz tarafından kadro dışı bırakıldı. (Bu oyuncular daha sonra senelerce gerek bizim kulübe gerekse de Türk sporuna hizmet ettiler. Kendilerine teşekkürü borç biliyorum.) Onların yerlerine de benim de içinde bulunduğum daha genç ve tecrübesiz oyuncuları maça çıkacak kadroya dahil etti.
Heyecan, sevinç, kuşku ve bir o kadar da sorumluluk üst üste bindi ve büyük bir yükün altına girmiş gibi hissettik kendimizi. Onunla diğer as oyuncularımızı affetmesi ve maça çıkmalarına izin vermeleri için biraz konuşmak istedik ama nafile. Dinlemedi bile bizi. Hatta bana “Senin de iki elin, iki kolun, iki bacağın en önemlisi düşünen bir beynin var çık maçını oyna” diyerek kızdı da.
Konuyu uzatmak istemiyorum; maça titreye titreye çıktık. İlk şaşkınlığımız geçince ve rakibimiz de bizi hafife alınca oyuna ağırlığımızı koyduk ve maçı kazandık. Üç gol atmıştım o maçta.
*** (Bu başarılı ve Avrupa’da ve olimpiyatlarda sporcularıyla Türkiye’yi defalarca temsil etmiş kulüp maalesef devletin kiralık binasını elinden almasıyla beraber sporcularının tamamını kaybetmiş olsa da bazı eski sporcular ve başkan Caner Aksüt’ün desteğiyle bir avuç sporcuyla sutopu birinci liginde mücadeleye halen devam etmektedir. Ama eski ruh hala yaşamaktadır. Şimdi o takımda birlikte oynadığımız arkadaşlarımın neredeyse tamamıyla görüşüyorum.)
Sonra bu ve benzeri başarı hikayeleri gerek özel gerekse de iş hayatımda çok tekrarladı. Ama hayat felsefem “Ben hayatımda hiç yenilmedim, Ya başardım ya da öğrendim” oldu.
Yenilgilerden ders almak, hatalarımı fazla düşünmeden daha iyi nasıl olabilirdim diye hayatıma yön vermek ilkelerimden bazılarıydı.
Aşağıdaki yaşanmış hikaye gibi şimdiye kadar üst üste başıma o kadar talihsizlikler gelmedi ama bu gerçek hikayeyi okuyunca da aslında hayatta hiçbir zaman yılmamak gerektiğini, beynimizin düşünme gücünü kullanarak ve azmederek bir çok fırsatın yakalanabileceğini daha iyi anladım.
Marie, 1930 yılında alkolik bir annenin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi Marie’ye bakamayınca 5 yaşındayken bir yetiştirme yurduna verir. Ardından kanunlar izin verdiğinden dolayı bir çift onu evlatlık edinir. Marie'nin kaderi ne yazık ki yine yüzüne gülmez, çünkü onu evlatlık edinen çift sadist çıkar. Bu italyan asıllı çift küçük kızı evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence eder. Dışardan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri için, bunu yıllarca rahatlıkla gizleyebilirler ve Marie adeta cehennemden geçer. 17 yaşında depresyondan felç geçirir. Halisünasyonlar da gördüğü için doktorlar ona şizofren teşhisi koyar ve onu akıl hastanesine yerleştirirler. Marie hayatının 17 yılını orada geçirir ve çok zor yıllar yaşar. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranır durur. Yemek yemez, yerinden kımıldamaz ve sıkça intihar etmeyi düşünür. Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie'nin durumunu yeniden değerlendirir. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verirler. Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıkar.
Marie artık hür ve yaşamını nasıl sürdüreceğine dair kendisi karar verme aşamasında olan bir bireydir. Terk edilmiş, işkence görmüş ve tacize uğramış, otuz dört yılı ziyan olmuş bir kişi olarak hayatının hiçte kolay olamayacağının bilincindedir. Ama o yılmaz.
Kızgın, öfkeli, umutsuz olmak yerine hayata sıfırdan başlamayı tercih eder. Yetkililer "Akli dengesi yerinde değil, okuması imkansız" dedikleri halde Marie, Salem State Üniversitesi’ne Psikiyatri bölümüne girer ve mezun olur. Bu arada kanser hastalığına yakalanır ve kanserle olan savaşını kazanır.
Kendisi gibi akıl hastanesinden çıkmış ve iyileşmiş Joe ile evlenir. Kocası maalesef altı sene sonra ölür ve Marie kendini işine verir. Uzun yıllar doktor olarak çalıştıktan sonra Harvard Üniversitesi'nde yüksek lisans yapar. Psikiyatrik hastalarla çalışır, konferanslar verir. Birçok ödüle layık görülür. Biyografisi yazılır ve hayatı film olur. (Nobody's Child - Bu filmi tavsiye ederim!).
Elli sekiz yaşındayken, 'vay be' dedirtecek bir şey yapar: On yedi yılını hasta olarak geçirdiği Masachusetts Danver Devlet Hastanesi’ne yönetici olarak atanır!
Düzenlediği bir basın toplantısında şunları söyler: "Eğer affetmeyi öğrenmeseydim ve her zaman ileriye umutla bakmasaydım bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim.”
"Marie Rose Balter'in yeni görevini haber yapan bir ajans, onun zafer açıklamasını da şöyle yazar: "En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk. Affetmek bu yolculuğun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır.
Dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile..."
Marie’nin yaşadıkları ve mücadelesi, bu hayatta hiçbir şeyin imkansız olmadığını gösteren en güzel örneklerden biri olarak zihnime kazındı.
Yazımı Paulo Coelho’nun bir sözüyle bitirmek istiyorum;
ASLA VAZGEÇME! UNUTMA Kİ ANAHTARLIKTAKİ SON ANAHTAR, HER ZAMAN KAPIYI AÇAN ANAHTARDIR.
Mutlu Yıllar 31.12.2015
Hizmetlerimiz ve fiyatlandırma hakkında daha fazla bilgi için lütfen Bize Danışmaktan çekinmeyin.